2024'ün Birinci Gününe Anısal Doğa Sohbeti

 

2024’ün Birinci Gününe Anısal Doğa Sohbeti 

53 numaralı defterimin ilk sayfasına, “Herkes kendine bu evren dost canlısı mıdır diye sormalı. Çünkü yanıtı yaşamımızın niteliğini belirler” diye yazmışım. Evren’in sonsuzluğunu bir kenara bırakıp cümleyi olumlarsam, demek istediğimi anlıyorum ki; doğa kafasına göre yaşar ama,  biz bu sahnede “halay başı olarak” kendi en iyi versiyonumuza özenle ve dikkatle ulaşabilir, oyunu yönetebiliriz de.

Fıçıdan bir kumbara yaptım. Enflasyonu gözeterek içine dolar, euro ve sterlin bozuk paraları atıyorum. Bir nevi çelik kasa görevi görecek. 49 yaşında işten elimi eteğimi çektiğim günden beri “Damlaya damlaya göl olur” niyeti ile içi doluyor. 65 yaşımda tam dolmuş olur, törenle açılacak ve 2 da’lık bir bahçe İspanya’nın Pamplona kentinin kırsalından satın alınacak. Hayalimi “bedavaya” getirmiş olacağım! Çok para yoksa, az para çok olabilir, mantığı benimkisi.

Platon, Aristoteles, Epiküros, Cicero, Kant, Aziz Nesin’in peşinden gider bir akıl benimkisi. Onlar derslerini gezinerek koruluk ve bahçelerinde anlatırken hem ışık saçtılar hem de yeni düşüncelere daldılar. Siz Alexis’in, “Endişe içindeyim ve Platon gibi volta atıp duruyorum fakat bu bacaklarımı yormaktan başka işe yaramadı” demesine bakmayın, ben bahçesiz kalmayarak “dostluk ve muhabbette olacağımı” garanti ederim kendime ve sizlere. Hiç olmazsa denemiş biri olarak.

Epiküros’un okulunun adı “Bahçe” idi. Bağımsızlık ve bağımsızlığın sembolü olarak bu ismi özenle seçmişti. Porphyrios, Epiküros’un şu sözünü alıntılar: “Doğanın izinden giden, her konuda kendine yeter.” Yılın yeni başında, Strasbourg’dan GüneşKöy’ü özlemim bana bu yazıyı yazdırdığına göre, fonda Kaz Hawkins’in “Because You Love Me” şarkısı da biraz serinletti içimi. Eh, nihayetinde insan yolunu kat ede ede kaderine değil, kader dosyasını doldurmaya oturarak veya bahçesinde olarak ilerliyor. Bakmayın siz bana, gönüllülerimiz emeği ile GüneşKöy sebze bahçesi teraslarına rüzgar perdesi olarak diktiğimiz ardıçlar şimdilerde ne kadar da enine boyuna uzamıştır; Günsera’dan aşağı dalımda çapa, dudaklarımda ıslık sabahın en erken saatinde işe yürürken içime çektiğim temiz hava, neydi o; viyadüklerin yanında tepeleme yığılan topraktan aşağı yuvarlanmış bir taşı alıp baktığımda, yirmi yıl sonra hala hayret edilecek şeylerin karşıma çıkması; sevgili gönüllülerimiz ile ODTÜ’nün mavi otobüsünde salına salına yolculuk yaparak, indiğimizde kahvaltı masasında, iş bölümü yaparak iş görmelerimiz; yahu bu meyve ağaçları bu yıl da hasat vermedi dediklerimiz… En iyisi gidip yüksünmeden ben bulaşıkları yıkayayım… Sebze bahçelerimizin verdiği mahsüller… başkaydı her şey. Toprağın gücünü ve süreçte ruhumun kat ettiği yolu saniye saniye izlemem ve kayıt altına almam başka bir mutluluk içeriyordu. Anılara ağlasam yeri!

GüneşKöy GünSera

Bahçeden gidiyoruz ya, Platoncu Tanrıbilimci Augustinus, yeni bir bahçede Hıristiyanlığı seçmiş, “İtiraflar” adlı eserinde, “Kendimi bir incir ağacının altına attım ve gözyaşlarımın akmasına izin verdim” diye yazmıştır. Mandala binamızın hemen yakınında tepeleme yığdığımız toprak ve yukarılardan Celal ile birlikte yuvarladığımız taşlardan bir Botanik Bahçesi başlatmıştık. Bitkilerin parasını bir kadın arkadaşımız bağışlamıştı, bu hevesle emektar Tranporter ile gün içinde Bursa’ya gidip her bir türden ikişer tane alıp gelmiştik, ertesi günü de dikmiştik dört kişilik gönüllü ordusuyla. İşte bu bahçede sonradan üç tane de incir ağacımız oldu. Gözlerinin içlerine bakıyoruz “büyüsünler de bizlere anı biriktirtsinler” diye. Bizimkisi tüzük olarak sosyal bir uğraş işte. Ama ben nerede olursa olsun, doğa içinde yüksek enerji ile, ota boka konan kurgusal zihnimle insana ait hikaye avcılığında gezinirken, zihnimi dağıtıyor, hayhuyla Nitzsche’ye çırak olarak yaklaşmaya çalışıyorum.

Burada İnci Gökmen hocamı başa, ardından Ali Gökmen ve küçük projelerin tutarlı kraliçesi Claire Özel’i de aralarına koymak istiyorum. 22 yıl ne emek verdik bu 75 da arazide. Her adımımızın üstüne bir bin adım daha basmışızdır. Taşı, toprağı, otu, börtüsü böceği, tepeciklere iniş çıkışlarımız hep fiziksel aktiviteydi. Yapılacak işler vardı, akıl yürütmek yetmiyordu, somut çalışmalar gerekli idi. Büyük projeler yürütüldü. Ne emek bee! Özgür insanların fiziksel enerjisi de bol oluyordu. Öyle ki, biyolojik sınıflandırma üzerine yaptığı çalışma, son derece detaylı, titizlikle yapmış olan Charles Darwin oluyorduk, bazen de biyolojik ve botanik sınıflandırmanın büyük ismi Linnaeus ve Cuvier zihni ile inceliyorduk toprağı ve bitkilerimizi. Özellikle Claire her şeyden numune topluyor, analiz yapıyor, senteze ulaşıyor ve öğrendiklerini blokta yazarak öğretiyordu. Bu grup ve onların bağlantıda olduğu kimseler, doğmalardan uzak yaşayan, zihni uyaran alçakgönüllü “insan ve doğa” ustalarıydı.

Biliyorsunuz, insan emeği çoğu zaman ülkemizde “görünmez” dir! Değerli bir şey yapanlara uzaktan bakılır, nerede çuvallayacak acaba diye düşünülür, o beklenti ile seyir devam eder, başarılı olunursa burun kıvrılır, başarısız olunursa üzerine yüklenilir. Bu mantıkla “direnen insanlarımıza” daha büyük saygı duymak gerektiğine, onların yanında bir şekilde olunmasının gereğine inanırım. Toprak emek yoğun işgücü ister.  Köy Enstitülerimizi düşünün. Ne amaçla kuruldu, nasıl çalıştı ve ne şekilde de yok edildi! Kitaplarını okuyoruz, onların felsefelerini anlamaya çalışıyoruz. İnsan ile doğal süreçleri biraraya getirerek kalkınmayı en tabana yayan ne nitelikli örneklerdi. Grigory Petrov’un “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” kitabını hatırladım. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün okullarda mecburi okutulması gerek diye tavsiye ettiği kitap. Kitabı okurken, aklım Richard Bach’ın “Martı” sına gitti. Dayanışma kitapları! Fiziksel gerçeklere, ilkelere, hayata ve insanlardaki yaratıcı güce işaret eden, en geniş tanımı ile “özgürlük” fikrini besleyen, belli bir tanıma sığmayan değerleri ifade ederlerdi benim için. Doğanın belli ritimleri, düzenleri vardı. Emek verdiğinizde bunları kılcal damarlarınıza kadar hissedebilirdiniz. Platon bu nedenle olmalı, doğaya ilahi bir tasarım olarak bakmıştır.

Alman filozof Martin Heidegger, “Doğa açılır ve saklanır, doğa karşımıza çıkar ve unutulur, doğa yaratılır ve yok edilir. Doğanın ne olduğuyla ilgili söylenecek son bir söz yoktur” der. Bizi bir bulmaca çözmeye iter. “İnsan” da bu bulmacada aşağıdan yukarı olarak yerini bir kelime olarak alır. Hakikaten de insan mı bitmek bilmeyen bir soru yoksa doğa mı? Yanıt vermek imkansız. Bu ağır saptamaların gerçekliğinin farkında olalım ama çok da takmayalım. Toprağın üzerine kurulacak yeşil mekanın kutsal bir havasının olması, insana kattığı zihinsel ve duyusal zenginliktir. Burada, emek verenler bilir, temel kavramlar canlılık, devingenlik, yoğunluk ve hissi ağırlıktır. Bizi her defasında kendine çeken en iyi kavramlar. Özellikle yoz, kötü imar edilmiş şehirlerde yaşadığımızdan, ruhsuz insanların politik pis söylemleriyle dikkatimiz sürekli dağıtılmakta, çevremize biraz yavaşlayarak dikkatle bakmak ve cesurca düşünmek ihtiyacı doğmaktadır. Bunun için “kendimizin ne olduğunu” artık, Covid sonrası kendimiz söyleyeceğiz. Sırtımıza sırt çantamızı alıp, doğaya hizmet edenlere takılıp veya kendimiz bir şey başlatarak zihin dağınıklığımıza panzehir bulacağız. Mevlana, Yunus Emre, Karacaoğlan ve en son Aşık Veysel, Yaşar Kemal gibi nice değerlerimiz geçmişi unutup yaratmaya ve yeşertme yolunda güç ve cesaret verdiler. Sundukları ödül; doğaya ve insan doğasına daha fazla yakınlaşma ve bu ikisinin gizemli birlikteliği olan “Anadolu insanı” desem çok mu abartmış olurum!

Temmuz 1814’te Jane Austen, Anna Austen’a mektubunda, “Sağlığım oldukça yerinde ve Bahçe’de bol bol çalışıyorum” diye yazar. GüneşKöy’de kirazlar çiçek bu bahar da çiçek açacaklar. Ne şerbet yapılır! Ama konumuz şimdi bu değil. Ailesi onu bahçede sessizlikte kendi haline bırakırmış. O da sayfalar dolusu el yazısıyla yazar dururmuş. Kalemi mürekkebe daldırır, eli bir müddet havada asılı kalır, bakar, düşünür, bir şeyler çiziktirir veya yazarmış. Hiç boş vakti yokmuş. Büyüdüğünde, bahçe yine önemli, henüz bitiremediği romanı ise yemek salonundan onu çağırır, bahçeden içeri geçerken, bu kadarcık bir sürede bile bahçenin ona iyi geldiğini fark edermiş. Üç roman dört yılda yazıldı. İngiliz edebiyatının en sevilen romanlarıydı. Bahçenin olmadığı zamanlarda yazarlığı sekteye uğradı. Yazmayı bıraktı, on yıl boyunca yazmadı. Bol bol mektup yazdı. Sonra yine bahçeye kavuştu. Yazılarında derin doğa sevgisi ve doğadan aldığı keyif sezilmeye başlandı. Hayata hevesle yaklaşan Austen, “…artık duygularını ve hayal gücünü içine atmak zorunda değildi.”

Yazmayı çok severim. Doğa benim üretkenlik biçimime moralimi yükselterek katkı verir. Doğanın bu kadar etkileyici, fikir verici, hayal dünyamın besini olduğunu her defasında, onun çirkin tarafını hiç görmeyerek, iliklerime kadar hissederim. Edebi zihinle düşündüğümden, Murathan Mungan, Sunay Akın, Sinek Sekiz kitapları, sanatsal kitaplar ve otobiyografiler kırsal gezintilerimde diğer bilge kişilerle birlikte bana yol arkadaşlığı ederler. Bana en son takılanlardan biri de Alexander Pope olmuştur. 18. yy’ın en çok alıntılanan şairi olmuştur. Dizeleri atasözü gibi. Bunları aşağıya alıntılayarak yazımı sonlandırmak isterim. Bugün son Pazar akşamı, yeni yıla girmeye birkaç saat kaldı. Hava karanlık. Keşke Nazım Hikmet’i onun anlattığı “Pazar” günü ilk defa güneşe çıkarmamış, her gün çıkarmış olsalardı!

Pope’ye takılırsak:

“Az bilmek tehlikelidir.”

“Kusur insana mahsustur, affetmek Tanrı’ya”

“Meleklerin adım atmaya korktukları yere aptallar koşa koşa gelir.”

Pope kendi zeka anlayışını şöyle açıklar:

“Gerçek zeka, insan doğasının giyinmiş halidir. Herkesin aklına geleni güzel ifade etmektir.”

Her ne olduysa, bundan sonraki adımınızda bu küçücük dünyada en iyisi olsun derim. Ehemmiyetsiz ve kafası çabucak karışanlardan olmamak dileğimle yeni yılınızı kutlarım.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KENDİME BAKABİLDİĞİM ORANDA ALEMDE HER ŞEY TANIDIK

YAZMA İŞİ

31 Mart 2024 Yerel Seçimleri Ardından