ASIL KONU

    ASIL KONU

    Bunu farketmemiştim. Her şey etrafımda renkli çizgiler, halkalar gibi hareket halinde. Gözlerimi kısıp bugün gün doğumuna bakarken, güneşin en parlak zamanını, acayip parlamasını yakaladım. Buradaki gücü hissettim. Sonra, güneşin yükselişini arkama alarak sabah yürüyüşüme devam ettim. Biraz ötede bi daha durdum, güneşe döndüm, sol elimin parmaklarını avuç içine alıp yuvarlatarak; adeta bir boru gibi, baktım güneşe. Bakması daha rahattı, parlaklığı biraz daha azaltılıyordu ve o nefis yuvarlaklığını ve rengini çok daha iyi hissettim. Bir farkındalık yaşadım.

    Genç kız, baharı göğsünün üzerine bastırmak üzere, kız arkadaşıyla bisikletlerinin üstünde eteğini savurarak, solumuzdaki trafik akışı, hemen sağında üzerinden geçtiği nehrin köprüsünün kalın demirlerden yapılmış korumalıklığa yakın bisikletini keyifli keyifli sürerken, biryandan da solundaki arkadaşıyla sesli konuşmaktaydı. Hemen dört metre önümde pedal çeviriyorlardı. Ne olduysa, korkuluğa tosladı konuşan kız; yığıldı bisikletiyle önüme. Öteki arkadaşı farkettiğinde iki metre gitmişti, durdu ve geri geldi ona yardıma. Yol biraz kapandığı için hızımı kesip, yavaşlayıp durdum. Gözlerinde sahici bir hüzünle, azıcık derin bir acı eklemlenmiş halde 'ben devrildim, size engel olmayayım, buyrun geçin' der gibiydi. Asıl konumuz bu değil. Asıl konu, ben cılız bir umutla laf olsun diye bisiklet sürerken, İlkabaharla gelmiş bu ikiliden yere düşenin iri masmavi gözlerinde, saçları sarı, hala bahar kucağındaydı. Kısa, insancıl bakışında bunu hissettim. Yolun karşısına geçtim. İçime huzur yüklendi. Biraz önceki alelade ruh halime son verdi. Modası geçmiş kafamın muzipçe gülümsediğini hissettim kendime.

    Bu suratı başka bir yerden tanıyorum ben. Ta, Viyana'da Tuna Nehrinin kenarında 26 yaşımda gezinirken takılmıştı birden gözlerime. Nisan ayıydı. Bütün armut, erik, kayısı, badem ağaçları beyaz pembe arası çiçek açmış, hatta manolyalar da tomurcuk patlatmıştı. Çimenlerin üstüne evden getirdiği beyaz-mavi banyo havlusunu yavaşça serdi kadın. Çantasını kapattı, başucuna koydu, uzandı havlunun üstüne. İki elini de başının altına koyarak bağladı. Modası geçmiş bir yazlık elbisesi, çıkarıp yana koyduğu spor ayakkabısı vardı. Parlak bir heykel gibi uzandı. Ben her daim bisikletimle volta atarken kafamda almanca kelime ve cümlelerle aklımı oynatacak durumdaydım. Aynı yüzü, ta otuz iki yıl sonra Strasbourg'da ortak kullanılan bir garaj çıkışında kapıdan içeri giren kadında gördüm. Asıl konumuz bu karşılaşma değil. Asıl konu, zihnime titreme geliyor. Gözüm kadınlara kayarken, her heyecana bir kişilik, ruhun her haline bir başka ruh kazandırmak için onlara bakmadan edemez oldum. 

    Dönemeçleri olmayanlar var mı? Her beş-on yaşın farklılığı. Bazılarında her yıl başka bir dönüşüm neşesi. Ne zamandır yürürken saçma da olsa bir şarkıdan bir mısra falan mırıldanmıyorum? Kim olduğumu unuttuğum zamanlar yani. Kendime yüreğimin burkulması; bunları hatırladığımda. O sırada bir şarkı tutturdu karşımızdaki apartmana gelen temizlikçi kadın balkonda çiçekleri sularken. Çivi gibi bir sesi vardı fransızca. Her iki apartmanın arasındaki Güvey Kandili ağaçlar bu sese aldırış ediyorlar mıydı, sanmam. Benim de yapacak bir işim yoktu doğrusu. Salonun penceresi neredeyse duvarın tamamını kaplayacak büyüklükte, bir ileri bir geri gider dururken, tesadüfen gördüm onu. Daha doğrusu, bir şey duyarım hissiyatıyla teras kapısını açtığımda. Asıl konumuz ne kadın ne de söylediği şarkısı. Asıl konu, gece yarısı kalktığım için yarım kalan uykumun beynimi hallaç pamuğuna çevirmesi ve emektar terliğimi bulamamış olmam. Bu her ikisinin de biraraya gelmiş, bir de şeytan arkadaşlarını çağırmış olmalarını belli belirsiz değil, esastan hissediyordum. Onlar yine de beni bu halleriyle küçük bir Küçük İskender yaşamına geçiş denemesinden kurtarma peşinde olmalarıydı.

    Gönül çelen insanlar vardır. Gönül çalan beyefendiler ve hanımefendiler. Bilen görür bunları. Bilemeyen zaten hissedememiştir, geçip gider. Çok çalışan, yorgun düşen beyinler bunu tümden kaçırır. Sağanaktan çıkmış fare gibi ruh halinde olanlar bizden değil. Kendimi neşeli hissetme zamanıydı. Bilinmeyen bir arzu, bir heves, yeni bir şeye başlama gıcıklayıcılığı mesela. Bakmak için değil de görmek için çıkmalıydım bu saatten sonra sokaklara. Sıfatlar değil, gerçeklere bel bağlamalı, ruhtan kopup gelen gözyaşlarını bir tarafa itekleyip kendime yol açmalıydım. Kendi kendimin ustası olmalıydım. Biraz üzülerek de kabul ediyorum ki; hayatımın çoğu zamanında işe yaramaz bir kimlikle gezdim. Ölü yaşlar bir çarşafı ıslatmadı ama, birkaç yastığı çamaşır sepetine attırdı. Hayatıma giren çıkan kim varsa, biraz dikkat ettiğimde herkesi hatırlayabiliyorum. Ne oyunlardı onlar! Bunları yadederken, asıl konu bu değil. Asıl konu, duygularımın nasırlaşmasını uyduruk bir kimlikle izlerken, çoğu zaman kendi kendimi daha da kötüye gitmesini önleyemez bir halde avuturken buluyorum. Artık iyi şeyleri düşünemiyorum ve onlarca parçaya bölünmüşüm.

    "Bayım lütfen sıraya girin" dedi postane görevlisi. Ben yorgun, elimdeki mektubum kaygılı geçtim ip gibi sıraya. Sağımdan solumdan geçen bisikletlilerin çarpacak olmasından da kurtulmuş oldum. Mektubu büyük bir öfkeyle ve aşağılanmış olmakla, bu ruh halini tepkiye dönüştürmüş halde yazdım sabaha dek. Hiç de temize çekmedim. Olamayan yerlerin üzerini karaladım durdum. On iki sayfadan temiz kalan yedi sayfa kaldı diyebilirim. Her söz dokunmaya başladı. Her sevdiğimi incitmem huy oldu. Kendimden vazgeçsem yıkılacağım, bunu biliyorum. Yaşamımın labirentleri sularla dolmuş, beni kanallar arası sürüklüyor ve ben açık denizlere bir türlü ulaşamıyorum. Heyecanımdan bahsediyorum. Heyecanım bitmiş. Bir bitkinin dahi titreyişini görüyorum, yola serilmiş asfaltın dokusunu, sağımdan solumdan geçen insanların adımlarının kararlılığını... Kendimden uzak düşüşüm neden başıma geldi? Varsayımlarla nereye kadar yaşanabilir? Huzursuz göz kapaklarımın altında daha ne kadar gündüzleri yatırabilirim? Hayırsever gecelere ne oldu? Uyuyamamak ve uykuyu bozmak! Kalbimin de hiçe indirgendiğini düşünüyorum. Ama asıl konu bu değil. Asıl konu, eskiden ne güzel anlardım kendimi, ne güzel mektuplar yazardım, içlerini şiir ve bilgi sözlerle donatır, el çizimleriyle canlandırır ve yazdığım mektuplarımın mutlaka bir cevabını alırdım. Şimdilerde kime yazsam; duvara yazıyorum. Boş yere sırada bekleme, görevliden gizli bir azar işitme ve ekmek paramdan kesilerek ödenen pul parası.

    Acı çekiyorum; asıl konu bu. Her şey çok engin. Her şey çok derin. Her şey oldukça karanlık. Dudaklarım soğuk. Kendimi toprağa teslim edebilirim. Ama bu yeterince asıl konuya benzemiyor. Asıl konu; horoz her sabah ve her akşam günde iki kez öterek, birdenbire bastıran şu ilkbaharda bana senfonik bir yaşama cesareti veriyor. İşte asıl bu konuyu kaçırmak istemiyorum. 

    Hepimiz kendi dışımızdaki koşulların esiri olabiliyoruz. Bir adım yana kayıp kendimize bir bakmamız lazım. Buradan yola çıkabiliriz. Aslında asıl konu bu da değil. Çay geliyor; getiren sevgiliniz, biraz elleri heyecandan titriyor olsa da, çayı masaya bırakıp, "Afiyet Olsun!" diyor. Belki de asıl konu, gece yaklaşırken hafiften bir sırnaşıklık mı yaptı ne!

    Kendimi yeniden eritiyorum potamda. Dünya işleriyle çok kirlenmediğimi düşünüyorum. Konuların asıllarının babası bu: Potada bir kez daha eritebilmek kendini! Ben erimekten bıkmadım hele.

    Saygı ve sevgiyle kalın.

    
    

     

    















Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KENDİME BAKABİLDİĞİM ORANDA ALEMDE HER ŞEY TANIDIK

YAZMA İŞİ

31 Mart 2024 Yerel Seçimleri Ardından