KENARA ÇEKİLMEK veya İLGİLEYEREK YAŞAMAK
KENARA ÇEKİLMEK veya İLGİLEYEREK YAŞAMAK
Gençliğimiz var, orta yaş 60'ından sonra. Yaşlılık 80'inde başlar benim gönlümde. Bu şaka değil. Böyle bakmayı ve sağlığımızı korumayı ilke edinmeliyiz. Kazançlı çıkacak da en başta kendimiziz. Allah artık ne kadar ömür biçti ise, buna itiraz edecek durumda değim.
Birey, birey olduğunu idrak edemeden, insanlar arasına 1 insan olarak karışarak, elini eteğini çok şeyden çekerek bir kenara çekilip, etliye sütlüye pek karışmadan, bana zarar gelmesin havasında, benden de kimseye diyerek bir seçim yapıyor ve orada da epeyce kalıyor. Çok kalmak istemese de, kalıyor işte.
Bekarlık sultanlıktır deyip teraslarda mangal keyfi, boş içki şişeleri; nitelikli veya niteliksiz eğlence salonlarında el ele kucak kucağa; yüklü para peşinde koşarak gittikçe arttırılan ihtiyaçlara yetişme telaşında; haz peşinde de olabilir üreterek kendine değer vermede de... Evleniyorsa, iş ve ev arasında kalarak. Özelini koruyabilmişse ne ala, koruyamamış ise, maaş peşinde oradan oraya sürüklenerek, istemese de, o değerli günlerini öldürme çabasında. Nişanlanıyor, onun etkisiyle evcimen olmaya çalışıyor plazma tv karşısında ve mutfakta ve ütüde. Bütün hayali bir tapu sahibi olmak ve altına bir araba. İş sahibi oluyor, kariyer peşinde kalıyor; daha kırkındayken, yaşlılık yolunda yani, kendinden başka hiç kimseye yardım edemeden. Eşi vefat ediyor genç yaşta, orada çocuğuyla kapanıp kalıyor. Eşi vefat etmeden, çoraba, toza veya anahtarın yerine neden konulmadığını bahane ederek, arkasına bile bakmadan kapıyı çarpıp çekip gidiyor iki çocukla.
Demem odur ki, hikaye de çok, bahane de, gerçek de. Yirmi beşinden sonra, entelektüel kimliğine çok şey katma çabasından, canlılıktan da geri kalıyor. Her dakika olur mu, oluyor işte, yarı umutsuz, çeyrek algıda mutsuz, son dilimde biraz şizofren heyecanını hızla yitirerek, bir de bakmışsınız kenara çekilip, olan bitenle veya arda kalanlarla yetinmeye çalışarak, sap gibi ortada kıvranarak kendi gelişimini donduruyor adeta. Durdurmasa da, üstüne pek koyduğu bir nitelikli bir şey de olmuyor.
Korktuğu bir şey, çekindiği bir şey, güvenini yitirmiş olmak, yıpranmaya meyilli bir psikolojisinin olması bence bunda etken sayılabilir. Kenara çekilmeyi yazarken, tuhaf olan, daha kırkındayken bu durgunluğa düşmek. Bunun da savunulur olması. Büyük entelektüellerin otobiyografilerine baktığımızda, onlarca kez karanlık kuyulara düşmüşlerdir ve en sonunda ayakta kalmaya yine çalışmışlardır. Zahmet edip ayağa kalkmak istemeyenler intiharı seçmiştir ama ölü gibi yaşamamışlardır. Bırakalım büyük entelektüelleri, aklı başında olan birey yeniden ayaklanmayı kendine bir umut telakki eder, onuruna sayar, mekanda yeniden yer kapmak için çalışır çabalar.
Keyifsiz arkadaşlıklar, ilişkiler, savsaklanan samimiyet durumları, git gide yalanlara sığınarak yaşamak insan olanın başına her yerde azdan çoktan gelir. Bunları hoş karşılamak lazım. Birey, insan olmaktan böylece dönüşür. Olumsuzlukları yaşamalıyız ama altında ezilmemeliyiz. Farkındalığı artırmak bunun içindir. Sorumlulukta kalmak onun içindir.
Kendi çalıp kendi oynayan bir yaşam çeşidine geçerek, herkese cephe almak, değişimi reddetmek, değişenlere de 'sen değiştin' diyerek suçlamada bulunmak, hakikaten iyi bir şey değil. Hatta cansıkıcı.
İlgileyerek yaşamak konusuna gelince, 'hem böyleyim hem öyle...' değil bu konu. 'Bana göre...' demek hiç değil. Doğrunun davasında olmak, bilmek ve dönüştürmekten başka, birey ne yapmalı acaba bütün yaşamı boyunca? Bırakalım kendisini, topluma olan görevini nasıl sürdürmeli, kendisini ne şekilde mutlu etmeli? Ulaşmak istediği amacı varsa, ona en sağlıklı şekilde; sağı solu dağıtmadan, kendisine zarar vermeden, başkalarına bulaştırmadan bu zararı, bunu nasıl yapabilir?
Hem böyleyim, hem öyle... Teneke yağdanlık gibi, içi de kaygan dışı da. Böyle mi yaşanacak? Kişisel gelişim kitaplarını bir tarafa bırakalım, psikoterapistlerin söylediklerini de. Akıl ve toplum sağlığının öne çıkarıldığı romanlarda cevaplar arayabiliriz. Hatta, Oğuz Atay gibi her şeye bir veya birkaç cevap arayalım. Zülfü Livaneli gibi ılımlı düşünen değil! Benim zihnim sıradan söylemlere değil, 'artı anlamlara' odaklanıyor ilgileyerek yaşamak denilince.
Gelin görün ki, bu artı anlamı bir yerde bulmak, saklandığı yerden çıkarmak da lazım. Benim bu yolda seçeneğim; çok okumalara ve otobiyografilerdeki merakıma bağlı en çok da. Daha ilerisi, karşılaştırmalı okumalarda bulmaktayım cevapları. Sürdürülür, kafayı takarak ciddi çalışmalarda yani.
Görünen hayatla ilgilenen çokları var. Şükür, benim hiç ilgimi çekmiyor artık bu. Sokaklarda yürümek, dağda gezinmek, yüzmek, bisiklet sürmek, birisiyle öylesine sohbet etmek, lokantalar, tren yolculukları, sinema, resim yapmak ve buna benzer her şey. Bunlar rutin şeyler. Yapılması gerekir ve yapıldığında ruhsal ve fiziki heyecan yaşarız. Bu heyecanı ya kapıdan çıkınca unuturuz ya da otobüs durağına kadar gider bizimle. Yani, kısadır; unutulur gider.
Benim anlatmak istediğim şudur; mesela yürürken nasıl yürüyorsun? Kafanda bir hikayene göre mi, bir Yaşar Kemal gibi mi, güneşi ve gölgeyi veya yağmuru yüreğinde hissederek mi, şairane bir ruh haliyle mi, düşünceler içinde veya romantik bir kafa içinde büyük haz alarak mı, çevrendekileri süzerek, onları bir hikayeye yerleştirerek mi, yeşil fasulyenin tazeliğini anılarında bir bahçeye yerleştirerek mi?... Çoğalta çoğalta, anlam yükleye yükleye... Aksi takdirde, köpek gezdirmeye benzer bu iş, tasması olmayan; başı aşağıda sağı solu bilmeden koklaya koklaya.
Bu nedenle, ayak ayak üstüne atarak, bir cafe penceresinden dışarıdaki gelen geçenlere bakarken bütün hislerinle mutlu olmak mesela. Koşarken bile, koşmak için değil sadece, seke seke, büyük bir keyifle. Nasıl anlatsam, bir şey yapılırken sadece o şey yapılmamalı demek istiyorum. Bu nedenle olsa, bizim insanımız dil öğrenirken işi pek ciddiye alır, girer derinlere en başından ve öğrendikleri hakikaten kendisine yabancı bir dil olarak kalır, ağzına da yakıştığı kadar olur.
Yukarıdaki konunun resmini Colombia'da yüksek bir tepedeki ibadethanenin bahçesinde çektim. Şehirden bu 2.860 m yüksekliğe tırmanırken çok terledim. Her soluklandığımda İsa'nın çarmıha gerilişine kadarki anlarının on beşe yakın heykel kompozisyonu tasarımını gördüm ve fotoğrafladım. Bütün insanlığın günahını kendisinin çivileneceği çarmıhı taşıyarak ona başka inanç sahipleri tarafından ödettirilmesi bana acı verdi. Yukarı çıkarken her düzlükte durdum, şehre baktım. Her düzlükte şehir bambaşka göründü gözlerime. Her soluklanmada zihnimiz farklı algı içinde. Bu da bizi biz başkalaştırarak biz yapan bir duygu.
Kenara çekilmek ve orada uzun süre kalmak ilgileyerek yaşamayı tehdit eder, yok eder. Kenara çekilen, ama üretmek için. Paylaşarak haz almak için. Nietzsche gibi bir 'sabır yolunuz' var ise, mesele yok. Her yaşta, her durumda, ipin ucunu uzun uzadıya bırakmadan, görünen hayatı ilgileyerek yaşamak! Bu bir şanstır. Kaybettiğinizde, durduğunuzda yeniden bir şans peşinde olmaktır. Ben buna tarafım. Zati diğeri, yani kenara çekilmek her zaman var.
Takipçileriniz olsun, takipçisi olmayan lider, sadece yürüyüşe çıkmış bir kişidir. Kimin yazdığını bilmiyorum, ama aklıma geldi diye yazının sonuna koydum.
Tam yazım bitti derken, aklıma iki soru geldi. Birincisi; insanlar kendileri için kurdukları hayalleri nasıl yitirir? İkincisi; insan, başkalarının yaptıklarını bir yandan takdir ederken, öteki taraftan neden 'keşke ben de yapabilsem' der, ama yapmaz. Onu engelleyen nedir? Üzerinde düşünmem gereken büyük sorular.
Saygı ve sevgide kalın.
Yorumlar
Yorum Gönder