HAYAT ERTELENEN BİR ŞEY Mİ?
Birkaç gündür gün içerisinde 'mutfak kedisi gibi bir şeyler atıştırma sıklığı ve uykusuzluk problemi' yaşıyorum. Bu durum gün gün gitsin diye düşündüm, ama beceremedim. Belki bir-iki kilo da aldım. Neden böyle olduğunu düşündüm. Zihnimi sıkıştıran iki şeyi buldum. Her ikisi de dış şartlardı. Birincisi, iki gün sonra gireceğim bir yabancı dil seviye sınavının yükü zihnimdeydi on gündür. İkincisi, çizim kursumun pratiklerini daha fazla yapmamın gerekliliğini düşünüyordum. Düzenli bir işim olmaması, yirmi dört saatimin keyfe keder bana ait olmasına rağmen, günlerimi avara avara geçirdim. Hatta her gün azdan çoktan baş ağrısı da çektim. Sonuçta, ne sınava hazırlanabildim ne de çizim alıştırmalarım yeteri kadar oldu.
Yukarıdaki başlığı, soruyu kendime sordum ve cevap aradım bu sıkıntılı süre boyunca. Zihnimin bir şekilde içe dönük engellendiğini ve bunu da kendimin yaptığını biliyordum. Bu on günlük sürede içim sıkılırken, zihnim arayışlarını içten içe sürdürüyordu. Akıllı yaşama biçimine geçmemin gerekliliğini ve günlük yaşamı tasarlamaya ihtiyaç duyuyordum.
Nitekim, üç konu karşıma çıktı bu süreçte. Birincisi, Tolstoy'un 'İtiraflar' eserini sesli dinledim. İkincisi, Pedram Shojai'nin 'Modern Keşiş' kitabını rasgele kitaplığımdan aldım. Üçüncüsü, Albert Camus'un 'Yabancı' kitabını Güçlü Psikoloji kanalından dinledim.
Gündüz günümün çalındığını hissederek, akşam ekmek arası biraz peynir yedim, koltuğa oturdum, hayatımın çalındığını hissede hissede hiç de yorgun olmadığım halde, adrenalin yorgunluğu ile kendimi kaygılı hissederek koltuğa beynimin sıkıştığını; bu sebeple akşamın sekizinde sızmış oldum. Şu an itibari ile, gece yarısı iki gibi hafif baş ağrısıyla koltukta, üstümün örtüldüğü halinden kalktım ve köşeye sıkıştığımı hissederek 'yazmak' isteği geldi içimden. Kalktım, kahve hazırladım. Ömrümden geçen bu tuhaf on günü sorumluluğum olarak addederek, kolumu sıvayıp 'hayata katmak' için bu Blog ile karşınızdayım.
Anlatıdan aklımda kaldığı gibi anlatacağım. Albert Camus'un kitaptaki karakteri bir şekilde hapishaneye düşer. Birkaç hafta içeriye uyum sağlayamıyor. Bir an kendi kendine sorular sorup cevaplar veriyor.
-Şu an gerçek olan ne? Benim hapishaneye girmem.
-Peki ne zaman çıkacağım belli mi? Hayır, değil.
-O zaman ne yapmam lazım? Benim buraya uyum sağlamam lazım. Burada hayatımı yeniden yaratmam, tasarlamam lazım. Yaşamaya devam etmem lazım.
-Peki bunu yapmamı engelleyen şey ne? Hayallerim.
-Nasıl yani? Yanisi şu; sürekli hayaller kuruyorum, buradan çıkma hayalleri, özgürleşme hayalleri... Bu hayal kurma işinden dolayı bugüne bir türlü gelemiyorum. Hayaller kurduğum için buraya uyum sağlayamıyorum. Sürekli hayal kurduğum için, hayatımı yeniden kurmaya odaklanamıyorum.
-O zaman ne yapmam lazım? Hayallerimi öldürmem lazım. Ben de öyle yaptım. Hayallerimi öldürdüm ve oraya uyum sağlamaya başladım. Hapishane evim oldu ve hayatımı yeniden tasarladım. Yaşama işine devam ettim.
"Hayallerini öldürme ve bugünü yaşama felsefesi" bu. "Hayatınızı evleneceğiniz güne erteleme" sendromu. Evlenince şunu yapacağım, bunu yapacağım, gezeceğim, okuyacağım... "Hayat ertelenen bir şey mi? Bunu nasıl göze alabilirsin ki, evleneceksin veya hemen boşanacaksın veya ordından ikinci bir evlilik yapacaksın veya yapmayacaksın", "Sorunlar bitsin, hayatı yaşamaya başlayacağım"
Bir yıl hapishanede kalan birisi söylemişti, "Bir yıl kadar hapishanede kaldım ve iki yüzden fazla kitap okudum ve bu çok iyi oldu." Sonuçta, "Ne yaşarsak yaşayalım, köşeye sıkışmışken bile, yeniden orada hayatımızı tasarlamamız lazım." denir dinlediklerimde. Kime uyar, kime uymaz bilemem. Bunu kaç kişi doğru bulur bilemem. Ömürlerden hayat çıkarmak! Sağlıklı kalabilmek ve yaşamı sürdürmek.
Hayallerimiz günümüzü çalıyor olmasın! Benim böyle ertelenen bir on günüm geçti. Böyle hissetmekteyim. Buna 'an-ı yaşamak çalındı' diyesim geliyor.
Çalındığı hissine neden kapılmaktayım? Çünkü amacı olan bir hayat yaşamak istiyorum. Bir gün uyandım, bir kitap okudum, birisine rastladım hayatım değişti demeyi ömrümün son üç beş yılında söylemek istemiyorum. Hayatımın anlamı kaybolmasın, zamanın doğuşundan beri insanlar birbirlerine duygu ve düşüncelerini aktardıklarından, ben de o kervanda yerimi almak niyetindeyim. Hayatımda 'hiç bir pırıltı yok' demek niyetinde değilim.
Benim kendimi tanıma davam devam ediyor. Buna vakit ayırmak istediğimden, bu on günü dile getirdim. Yeniden yaşam gücüyle akmak istiyorum; günlerin tadını almak, evrenin küçük bir parçası olduğumu hissetmek; toplumun, sanatın, kültürün, müziğin, sanatın, kimyanın, matematiğin, bilimin, felsefenin veya dokunduğumuz her şeyin ilerlemesine yardımcı olmak istiyorum. Hayatın kendisine ortak olur ve gelecek nesiller için daha onu iyi hale getiririz. Benden önceki nesil bunu ne kadar iyi yaptıysa, bana o kadar zaman kazandırdılar öyle değil mi? Hayat, bir anlamda 'mutlu zamanlar kazanmak' da değil mi? "Çünkü ölümsüz benliklerimizi hayatın tümünde, gelecekte görüp bunu derin bir seviyede anlarız."
Hayatın problemleri var. Çocuklar var. Berbat işlerde veya iş arkadaşlıklarında çalışma zorunluluğu var. Kariyer için izlenecek dersler, atölye çalışmaları, hotelden hotele koşuşturmalar, yolculuklar var. Bebekler, uykusuz geceler, çocuğa bakma sırasına dair ev savaşları var. Çocukların büyümesi, okulda öteki arkadaşlarla uyumsuzluk, servis şoförünün sarkıntılığı, ebeveynlerin sürekli piyasa korkusu vermesi, kendi kızının büyümesini dadının kollarında izleyen, bir gün eve geldiğinde çocuğunun ağlayarak dadının kollarına gitmesi var. İkinci bebek sorunu çözer denilerek, ikinci soruna kucak açmalar var. Sonra herkesin büyümesi ve ortalığın durulması, biraz mutlu olma veya üniversite harçları altında ezilerek, mecburen bir beş sene daha amirin, şefin, patronun ağız kokusunu çekerek emekli sonrası mesai yapma zorunluluğu var. Kedimiz, köpeğimiz var...
Para kazanma zorunluluğu var. Hırsın hırsı var. Sürekli eksik olan bir şeyler var. Anlamın kaybolduğu, onu bulmaya çalıştığımız yerde 'bulunamayan' var. Bu durumda, biz meşgalelerde kendimizi kaybediyorsak, gerçek hayatımızın kahramanı kim olacak?
Ben Atütürk'ü yazdığı'Nutuk'dan okurken, onurlu ve doğru şeyler yaptığını defalarca kavradım. İlk başta ondan ilham aldım; ömrünü boşa harcama, faydalı ol diyerek. Özgürlüğü savunuyordu. Kendimizi daha iyi anlamamızı, insanlara karşı iyi bir anlayış sunmamızı söyleyen en önemli insanlardan birisiydi. Anlam arayışında boşluğu yoktu. Önüne konan bir dünya görüşünü ve buna ait yaşamı kabul etmedi. Aleni işlenen 'kulluğu' reddetti. Genç nesillere başkalarına saygı duyarak, laik yaşamla 'hayatınıza sahip çıkın' dedi.
Karşı kültür gelişti... Devrimlerin bir işe yaramayacağını iddia ettiler, karşısında oldular. Nelere sebep olduklarını kavrayamadılar. Birilerine köle olarak yaşamayı ve yaşatmayı övdüler...
Aynı şu anlayışlarda olduğu gibi:
-Kanser hastalıkları arttı, hastane yapalım.
Plansız ve bacasız fabrikalar niye kurulmakta ve onlar neden yasalara uymamakta ve ceza almamaktalar? Bu soru sorulmadı. Paranın artık bu sorunu çözmekte, sağlığı geri yerine getirmekte aciz kaldığı bilinse de önemsenmedi.
-Yollar yapıldı, araçlar satıldı, toplu taşıma uzun ve pahalı iş diye önemsenmedi. Bu gelişme diye yutturuldu.
Petrol ve diğer karbon yakıtları kirli, ama işiniz evinize elli-altmış km uzakta ve oraya ulaşımınız da gerekli vakitlerde yok. Çalıştığınız sürece havayı kirleteceksiniz ve bunu soluyacaksınız. Fabrikanın kreşinde de çocuğunuz o bahçe havasında büyüyecek.
-Deliler hem Batı'da hem Doğu'da çoğalıyor... Siyasilerin ayrıcalıklarını güçlendirelim... Ve bu yasalarla yapılıyor. Cahil cühela halk alkış tutuyor...
Savaş ve kötülüklere tanık olurken, evle iş arasında gidip gelinirken, toplumda bir iş yaparken, vergiler ödenirken, televizyon izleyip mikrodalgada yemek ısıtırken, içi boş yağdanlık olacak üniversiteler kurarken, bütün anlamı dinde ararken, uyuşturucuda eğlenip, gerçeklerden kaçarken... Özgür olmanın nasıl bir his olduğu bir görünüp bir kaçtığına 'neden acaba?' demek gerekirdi. Uyanma boruları çalarken acaba her birimiz hangi samanlıkta uyuyorduk? Hayat bu kadar ertelenecek bir şey mi?
Nereye bakacağız? Biz kimiz ve ne yapmaktayız? Bu noktaya nasıl geldim, hayat hep böyle sıkıcı ve anlamsız mıydı? Süresiz ertelerken, ne zaman ucundan tekrar tutacağımızı bilemezken, nerede yanlış yaptık? Eskiden kendimize az az gaz verirdik, bu heyecan nereye gitti? Çocukken, hatta gençken bir şeyler için hissettiğimiz o saf neşe hissinden kopmuş, kapalı bir mekana nasıl tıkılabildik? Kötü müydük, iyi mi, neydi esas olan?..
Ne yapabiliriz?
Ama niçin, neden?..
Bu sorularımın peşinde biraz daha yakından gezinmek istiyorum.
Toplumsal bir varlığız. Ancak toplumla birlikte kendimizi ifade edebilip burada da kimliğimizi bulabiliyoruz. İnsan insana gerektir. Sevgi ve saygı kendimize ve başkalarına dönük ve gerekliliktir. Ben buna tam inanırım ve böyle de yaşamaya çalışırım. Hayatımı bir anlam ile doldururken, rol modellere takılırım. Öğrendiklerimi öğretenlere saygı duyarım ve tekrar başkalarına vermek için çabalarım. Toplumun neye ihtiyacı olduğunu bilmek için de yaşamdan elimi eteğimi çekemem. Kişisel gücümü nasıl serbest bırakacağımı -bunlar sevgi ve saygı olmakta- bütün öğrenmelerimde baştacı ederek bilmeye çalışırım. Anlam arama çalışmalarım ile, nitekim hayatın kendisiyle yeniden yeniden bağlantı kurmaya çalışır, kendimi evrenin doğru akışına sokmaya sorumlu hissederim. Benim mutluluğum burada saklıdır. Niçin, neden sorusunun cevabıdır bu.
Anlamın kaybolduğunu düşünüyorsak, yukarıdaki soru 'ne yapabiliriz'i biraz kurcalamamız gerekecek. Bu konuya kaynaklık edecek Pedram Shojai'nin 'Modern Keşiş' kitabı olacak. Aklımda kalanları aktaracağım. Tekrar ayağa kalkmak için anlaşılması gereken 9 başlık var: Stres, Zaman, Enerji, Uyku, Durağan Yaşam, Beslenme, Doğa, Yalnızlık ve Para.
Stres: "Çok fazla stres yüklenmek bağışıklık ve sinir sisteminin etkileyerek metabolizmayı darmadağın eder. Beynin frontal bölümüne akışı engeller. Burası ileri ahlaki muhakeme ve bizi insan yapan eleştirel düşünme kapasitesi ile ilişkilendirilen bölümdür. Beynin bu bölümünde kapalı kalmak bizi hayvan beyninde tutar, yani ya savaş ya sıvış ve ait olma ihtiyacında tutar. En basit konularda sıkışıp kalınsa bile anlam aramak neredeyse imkansızlaşır. Ateşe ulaşmak için beyne giden yolu temizleyip yüksek spritüel kabiliyetlerimizi etkinleştirmemiz gerekir. İşte o zaman anlam aramayız, anlam kendini bizim içimizden gösterir."
Zaman: "Zaman bizim en büyük öğretmenlerimizden ve hayattaki müttefiklerimizden biridir. Varlığımızın çapasıdır, zamanı çarçur ettiğimizde yaşam gücümüzü harcarız. Çünkü özümüzdeki kendimizden kopuk olduğumuzda onu uçarı bir şekilde harcayabilir, sıkılmamızı sağlayabilir. Şehir Keşişi zamanda ustalaşmıştır, doğrusal zamanın dışında kendi özüyle buluştuğunda anlam ve amacı bulur. Zamanı durdurup sonsuzluğu bulmak ustalaşmamız gereken günlük bir pratiktir."
Bu konuyu çok değerli bulurum. Bu nedenle okuma, yazma işini herkese salık veririm. Sanattan uzak kalmamak, çeşitli hobiler edinmek önemlidir. Bunları biliriz ama ne kadar hayatımıza katarız. Bir alışkanlık olmalı, ürettiklerimizi görmeliyiz, etki etmeliyiz derim.
Enerji: "İç enerji, çevremizle tüm yaşamla bağlantı kurmamızı sağlayan asıl eğlenceli kısımdır. Enerji çevremizdeki hayatla paylaştığımız bilincin dokusudur. Enerjimizi pratiklerimizle zenginleştirip artırabiliriz. Temelinde yaşam enerjisi ile akan sağlam, sağlıklı bir beden vardır. Kendi yolumuzdan çıkıp enerjimizi ruha saflaştırmak simyanın bir yöntemidir ve Batı'da karşılaştığımız 'amaçsızlık' çıkmazının eksik parçalarından biridir. Titrek bir ışık onun için yeterli değildir, hayata ışıl ışıl gelmemiz gerek."
Uyku: "Uyku bizim ruhsal düzeyde iyileştiğimiz yerdir... Yeteri kadar uyuduğumuzda temel kaygılarımız uzaklaşmaya başlar, kendimiz için cevaplar bulmak için gereken odak ve bakış açımızı yeniden kazanırız. Uyuduğumuzda harika hissederiz, yaşam gücümüz rahatlıkla ve kolaylıkla hayata yansır. Pilleri doldurmak için uyumamız gerek."
Durağan Yaşam: Oturup varoluş hakkında düşünmek bir keşişin hayatının bir parçasıdır... Yaşam enerjimizi serbest bırakmak, büyümek ve uzun ömür genlerini etkinleştirmek için hareket etmek şart. Beden hareket etmediğinde kapanma sinyalleri verir ve zihin donuklaşır, bir çeşit kopukluk hissine ve rahatsızlığa yol açar. Amaç her zaman birdenbire akla gelmez. Işıkları yakıp akış hareketine katıldığımız zaman doğal olarak gelir."
Beslenme: "İyi besinler beyni çalıştırarak bizi uyandıran yüksek spritüel merkezleri etkinleştirir. Kötü besinler tam tersini yapar, bizi uykuya yatırarak enerji akışımızı darmadağın eder. Bu dengenin doğru tarafında olmak çok önemlidir. Abur cubur yiyerek birinin hayattaki yüksek amacını bulmasını bekleyemezsiniz. Her anlamda ne yiyorsanız siz de osunuz. Fiziksel, zihinsel, psikolojik, spritüel, enerjik ve her bağlamda böyledir. Şehir Keşişi mideye iyi şeyler alıp onu yavaşlatacak ve bedenine her hangi bir seviyede yük olacak şeyler tüketmez, yaşam deneyimini düzenler. Mademki ne yiyorsanız osunuz, bu yakıtı daha yüksek bir uyanış için kullanın."
Bildiğim kadariyle, 'Ne yiyorsanız, siz osunuz.' sözü Almanlara ait.
Doğa: "Doğadan uzaklaşmak bizi evrenin göbek bağından uzaklaştırıp bağlı olduğumuz diğer tüm yaşamdan ayırıyor. Bunu yaptıktan sonra dağlarda inziva atölyelerine katılıyor ve anlam ve amacı bulmaya çalışıyoruz. Oysa ilk adım kendi arka bahçemizdeki doğayla yeniden bağlantı kurmak olmalı."
Sevgili okuyucum, doğaya saygı bildiğiniz üzere çok değerli ve yararlı. O bizim değil, biz onun parçasıyız. Bir yamayız ona. Sevgide ve saygıda kusur etmeyin. Elele olun. Göreceksiniz, zihniniz de ruhunuz da güzelleşecek, oradan sürekli yenilenmiş olarak evinize döneceksiniz...
Yalnızlık: "Tanrı'yı, gerçei veya adına her ne diyorsanız onu bulduğunuz zaman yalnızlık diye bir şey kalmaz. Kendi özümüzden koptuğumuzda yalnız ve kafası karışık hissederiz. İlk durağımız çocukluk tutkularımızla bağlantı kurup çevremizdeki saçmalıklara tutunduğumuzu anlamaktır. Anlamı birbirimizde bulabiliriz. Ortak durumlarımızı anlayıp kendimizi başkalarında görebiliriz. Kendimize dikkat edip kendi hayatlarımıza önem verdiğimizde diğerlerini destekleyip hizmet eden enerjiye erişebiliriz. Böylece yoldan çıkıp yüksek benliklerimizin bizim için çalışmasına izin verebiliriz."
Tolstoy'un 'İtirafları'nda bu konu çok derin işlenmiştir.
Para: "Parayı hayallerinizi gerçekleştirmek için kullanın, o da sizi serüven ve sorgulamayla dolu bir hayata yönlendirsin. Parayı diğerlerine yardım etmek ve dünyayı daha iyi bir yer yapmak için kullanın. Anlamı satın alamazsınız, anlam evde yetişir. İhtiyaçlarımızı ve isteklerimizi anlayıp karşılaştırmak bizi para tuzağından kurtarır. Her şeyi özüne indirip oradan başlayarak bir dünya görüşü inşa edin."
Kitaptan şu son paragrafı da alacağım:
"Anlamın neden eksik olduğunun özüne inersek ayrılmaz bir şekilde hayatın kendisiyle olan bağlantımızla ilişkili olduğunu görürüz. Doğru felsefe veya kişisel gelişim kitabıyla karşılaşıp bir anda anlamı bulamayız. Bu çok saçma... Bizim kültürümüz bir çete liderinin tüm hafta insanları patakladıktan sonra kiliseye gidip af dilemesi olarak özetlenebilir. Birkaç duadan sonra suçu affedilen ve tekrar günah işlemeye hazır hale gelen çete liderlerine benziyoruz... Biz hayata her gün bağlanırız. Tanrı'ya her gün dua ederiz. Meditasyon yaparak zamanla huzuru, anlamı ve amacı buluruz. Şehir Keşişi verdiği öğütlere uyar ve bunu davranışlarıyla her gün gösterir. Böylece günlük pratiklerle bağlantılı olarak anlam ve amaç gelir. Hayata geri dönün, anlamı her yerde bulacaksınız."
Yeni bir gün başlıyor... Uykumu çok fazla bekletmeyeyim.
Ramana Maharshi ile kapatalım: "Ben Kimim, düşüncesi diğer tüm düşünceleri yok eder, ateşi karıştırmaya yarayan bir sopa gibi sonunda kendi de yok olur. O zaman kendi farkındalığı dolar."
Sevgi ve saygıyla kalın.
Yorumlar
Yorum Gönder