BU DA BENİM FİKRİM Hastalığı -Ömer Zülfü Livaneli
'BU DA BENİM FİKRİM' Hastalığı
Daha önce bir defterime 'Bana göre...' diye bir söylemi çalışmıştım. Genel anlamda, her şey elbette -konuşup yazıyorsak veya işaret ediyorsak- bize göredir. Burada vurgulanmak istenen, gerçeklerin ışığında bir 'Bana göre' olması gerektiğidir. Akla geldiği gibi sallamak değil bahis olan. Buna da ayrı bir Blogda değineceğim mutlaka.
Bugünkü seçmediğim, önümde duran kitabı karıştırırken önüme düşen Livaneli'nin 'Orta Zekalılar Cenneti' isimli kitabının 208. sayfasındaki 'Bu da Benim Fikrim' Hastalığı oldu. Okudum, kısa bir alıntı yapmak yerine, tamamını buraya alacağım.
Bugünkü seçmediğim, önümde duran kitabı karıştırırken önüme düşen Livaneli'nin 'Orta Zekalılar Cenneti' isimli kitabının 208. sayfasındaki 'Bu da Benim Fikrim' Hastalığı oldu. Okudum, kısa bir alıntı yapmak yerine, tamamını buraya alacağım.
"Genç berber, sadece saç tıraşı yapmıyor, aynı zamanda laf tıraşı da yapıyor, deyim yerindeyse durmadan kafamı ütülüyordu.
Saçmalıklarının çoğu da Avrupa Birliği üzerineydi. Akla sığmaz komplo teorilerini ardı ardına sıralamayı marifet sanıyordu. Ne kadar da kendinden emin söylüyordu bunları bir görseniz.
'Bak' dedim, '20 yaşındasın. Dil bilmiyorsun, yurtdışına hiç çıkmamışsın, kitap okumuyorsun. Bunlar doğru mu?'
'Doğru' dedi.
'Benim yaşım seninkinin üç katından fazla' dedim, 'Avrupa Konseyi'nde görev yapıyorum, ömrüm bu insanlar arasında geçiyor; raporlar okuyorum, raporlar hazırlıyorum. Dikkat ettin mi, bu konularda sen ne düşünüyorsun diye hiç sormuyorsun. Durmadan kendi fikirlerini anlatıyorsun. Ben senin kadar cesur konuşamam.'
Aklım sıra çocuğa bir hayat dersi veriyor, onu daha çok dinlemeye, okumaya, yazmaya yönlendiriyordum.
'Yook abi' dedi. 'Ben biliyorum. Hem herkesin fikri ayrı.'
O zaman anladım ki, bunun gibi çocuklarda hayır yok.
AB, din, milliyetçilik, edebiyat, felsefe, uluslararası politika vs. gibi her alanda kesin fikirleri var ve düşüncelerinin doğruluğundan hiç şüphe etmiyorlar.
Sonsuz bir özgüvenle konuşuyorlar, internete yorumlar yazıyorlar; şiddeti, ilkelliği övüyor ve durmadan saçmalıyorlar.
Demokrasi bu mu acaba?
Gazetelerin ve haber sitelerinin durmadan güncellenen haberleri, anında bir yorum sağanağına tutuluyor ama Türkiye'de son yıllarda iyice yerleşen, kötünün iyiyi kovması alışkanlığı bu alanda da kendini göstermeye başladı.
Anadilini yazmaktan ve konuşmaktan aciz birçok lumpen, geçiyor internet başına ve okuduğu gazete haberlerine kötü cümlelerle yorumlar yağdırıyor.
Neler yok ki fikir beyan ettikleri konular arasında: Kuzey Irak operasyonu, ekonomi, sanat, kültür, tanınmış kişiler, dünya, uluslararası stratejiler...
Her konuya bir-iki cümleyle değiniyorlar. Çoğu da küfrediyor. Bol bol cinsel organ ve sensel eylem sayılıp dökülüyor bu yorumlarda.
Ve bu kafa karışıklığı, bu şiddet eğilimi ve hakkaniyetten, insaftan, izandan yoksun yorumlar karşısında dehşete düşüyor, ülkeniz adına utanıyorsunuz.
İnternette bir haber:
Almanya'da bir Türk genci, bekaretini kaybettiği gerekçesiyle ablasını öldürmüş. Kızın, sevgilisinden hamile kaldığı düşünülüyormuş.
Genç Türk, bir Rus arkadaşını da yanına almış. Genç kızı ormana götürmüşler. Orada boğmaya çalışmış, becerememişler. Sonra demir çubuklarla kafasını gözünü kırmışlar. Zavallı kızın dişleri bile dökülmüş, son demlerinde çok kan yuttuğu ortaya çıkmış.
Alman basını, 'Bunu bir insan kız kardeşine nasıl yapar?' diye soruyor.
Bizdeki haberin altına yorum yazan vatandaş ise şöyle diyor: 'Sevgiliden hamile kaldıysa başına geleceği de bilmesi gerekirdi.'
Yani o yorumcu da aynı suçu işlemeye hazır. Bunları okurken tüylerim ürperiyor.
Bir siteye '2 kere 2, 4 eder' diye yazın, bakın ne değişik yorumlar geliyor.
Bu arada ne dediğini bilen, dünyanın farkında olan ve çok ilginç fikirler öne süren yorumcular da var elbette. Ama Türkiye'deki her güzel ve doğru şey gibi onlar da bir cahil kalabalığı içinde boğulup gidiyor.
Sevgili dostum Ataol Behramoğlu şiirinde ne kadar güzel söylemişti:
Zalimin elinde tutsak
Cahile kurban olarak
İşte durum bu. Hep söylüyorum, bu lumpenleşmenin ve lumpenliği yüceltmenin sonu iyi değil. Çünkü sayıları ve cüretleri her geçen gün biraz daha artıyor.
Bu yüzden Türkiye; cehaletin bilgiye, kabalığın nezakete, ilkelliğin gelişmişliğe tercih edildiği bir ülke haline geldi.
İnsanlar niye akıl sahiplerini dinlemez, niye herkes kendi küçük aklını beğenir, niçin aklın da vücut gibi geliştirilecek bir şey olduğunu bilmez, bir türlü anlayamam.
Birisine deseniz ki, 'İdil Biret gibi piyano çal!'
Hemen, 'Çalamam!' cevabını verir.
'Niçin?' dersiniz.
'Ama o bu işe ömrünü vermiş, çalışmış' der.
Ya da bir boksörün karşısına çıkmasını, bir halterciyle yarışmasını önerseniz, aynı şekilde haddini bilen yanıtlar verir size. Kasları daha gelişmiş olanlarla rekabet etmez.
Ne var ki aynı mantığı, düşünce alanına uygulayamaz. Ömrünü kitaba, düşünmeye, bilime adamış olanların beyninin daha gelişmiş olabileceğini kabul etmez. Çünkü beynin kasları görünmez. Bu yüzden de kendisini düşünürlerle, filozoflarla bir tutar.
Bunun sonucu olarak da her şeyi kendi küçük aklıyla çözmeye çalışır. 'O onun fikri, bu da benim fikrim!' der. 'Herkesin fikri kendine!' klişesini tekrarlar."
Livaneli'nin bu makalesinde, üstü açık bir kınama mevcut. Cahilliğin önünde eğilmek, şimdiye kadar kurulmuş ve yazılmış bütün kitaplara hakaret olur. Zihinsel kilerimizde erzak yokluğu midemize acı veriyorsa, varın okuyup yazmayın, varın inanın ki; huzur monotonlukta, huzur tekdüzelikte, hayat yolculuk değil, durmada...
Kendimizi lüzumsuz görevlere vermemizle bağlantılı endişelerimiz olmalı. Özellikle bu endişe genç yaşta 'Ben kimim?' sorusuyla gündeme gelir. Damarlarda akan kültür olmalı. Kendimizi cahilliğe sürgün edeceğimize, dünyanın doğasını bir an evvel anlayıp, varoluşumuzu hayranlığa layık şeyler inşa etme üzerine kurabiliriz. Çünkü, başkaları da bizim inşaamıza çok çeşitli açıdan yardım etmekte, hatta bizlere sormadan.
Bir berber dükkanı hayal ettim masamda otururken... Her daim müşteri gelir, gelmez. Dükkanı mis gibi temiz tutmak ilk görev. Gelen müşteriyi karşılamak ve göndermek de bir o kadar kültür ve nezaket işi olmalı. Müşteriyle tıraş esnasında, en çok da ondan iyi bir şeyler dinlemek, sırası gelince de onu koltukta boğmadan fikirlerimizi söylemek veya sorumuzu sormak ne iyi olurdu. Diğer taraftan, müşteri gelmediğinde, dışarı bir sandalye koymak ve orada bir kitabı okumak, hem zihni hem fiziki yorgunluğu alırdı. Ben Berber olsam böyle yapardım.
Bütün sanatların ve zanaatların paradoksu; hemen yorulmak üzerine kurulu tembel zihinlerde. Oysa her okuma deneyimi kendi mekanı ve zamanıyla biriciktir ve bir eşinin daha oluşturulması mümkün değildir. Bu anların hiçbir zaman bir daha gelmeyeceğini biliyorum.
Sabah parktaydım. Hava sıcaklığı 12 dereceydi. Düşündüm, banklar şimdi nemlidir, oturulup üzerinde bir şey okunmaz. Yanılmışım. Hava hızla açıldı, banklar kuruydu. Cebimde okunacak bir şey yoktu. Pişmanlığımı artırmak istemedim, bu yüzden yüzümü güneşe vererek göldeki iki kuğunun iki ördeği gölden kovarcasına kovaladıklarını izledim. Ördekler hızla kıyıya uçtular. Kuğular bir iş yapmış gibi gölde kanatlarını kalp yaparak sevindiler. Ama, akıllı ördekler çimlerin üzerinde onlara doğru adım ata ata hızlandılar, sanılırdı ki, yanlarından göle girecekler. Ama bunun yerine, yanlarına gelir gelmez havalandılar göl üstünde gölün öteki tarafına. Kuğular arkasından bakar oldular ve ta ki oraya kadar ya yüzmeliydiler ya da o ağır gövdeleriyle göl yüzeyine yakın uçmalıydılar. Hiç birini yapmadılar. Kendi hallerinde yüzüp durdular. Karşıda ördekler özgürdü.
Ben üçüncü bir ihtimal daha olduğu kanısındayım. Göl büyük, herkes istediği yerde yüzmeli. Yinelenmeye mahkum zihin hali. Güneş de gölü ısıtırken... Yanlış olmayan hatalar...
Sevgi ve saygıyla kalın.
Yorumlar
Yorum Gönder