MERAKLISI DAHA FAZLA ZAHMET EDECEK
Çünkü dengede yaşam, derinlikte yaşam, tinsel (ruhsal, manevi, maddeyle ilgili olmayan, spiritüel kişi), aydın, sofistike (çok gelişmiş, çok karmaşık olan ya da çok özel olan; çok yapmacık davranan kişi veya kişiler), ideolojik, idede yaşam (düşüncede yaşam; duyularla değil yalnızca ruhsal olarak algılanabilen asıl gerçeklik, düşüncede, fikirde yaşam) ve hümanist ideoloji (insanlığın daha olmasına katkıda bulunabilme kabiliyet ve sorumluluğumuz olduğu, mantık ve ahlak değerlerinin insan doğasına uygunluğunu savunur) konularını harmanlayıp, kaynak olarak da Jan Patocka'nın "Sorunsallıkta Yaşamak" kitabını kullanacağım.
Bugün 20 Temmuz 2021 Salı. Sahilde kitabı bitirdim, balkonda da bazı özetlerini 59 numaralı defterime el yazımla geçirdim. Sadece bir bölümde Dengede ve Derinlikte yaşam, ardındaki iki bölümde de ideoloji ve idede yaşam ile Tinsel Kişi ve Aydın Kişi başlıklarının olduğunu söyleyebilirim. 1907 Prag'da ilkokul ardından 1977'de aralıksız çekildiği sorguların birinin ardından 70 yaşında, zalimlerin eziyet ve baskılarının ardından hayatına veda etti. Öğretim üyesi, filozof.
Otobiyografisine girmeyeceğim. Ben de yukarıdakileri kitabından öğrendim. Meraklısı daha fazla zahmet ederek bir yerlerden onu daha geniş araştırarak öğrenebilir. Öğrenme portföyüm o kadar dolu ki, otobiyografik kısmı kısa tutmam gerekiyor.
Bu blog yazılarımda, hayata dair kendimle sohbet ederken, yazar Jan Patocka şöyle dursun, yazarların dışında da, bankta bir duruş sergileyerek çekirdek çitleyen bir bisikletlinin arkasından bakarak da bir şeyler öğrenen biriyim. Enstantaneme ne takılırsa oradan algılarım, kurgularım. Bir filozoftan yukarıdaki başlıklara bakışını öğrenmek benim için çok saygın bir şey; kendimi, yani bilgimi tartma imkanı bulurum. Heyecanlıyım.
Suya sabuna dokunmadan yaşamak; kendini ateşlere atarak yaşamak; bananecilik; her yerde biterek ota boka karışmak; dengede yaşamak veya derinlikte yaşamak ne demektir? Bu terimlerin açıklanmaları dışında, neden tercihlerde bulunulur, güdüler ve korkularımız nerede durmamızı söylüyor, seçimlerimiz ne kadar özgürce ve doğru?..
Kendimi çocukluğumdan beri topluma sorumlu hissettim. Girişebildiğim kadar o tarafta kaldım. Kesinlikle yeterli olmadı. Kaybedilmiş o kadar zamanım var ki, tırısa kalksam da nafile. Durduğum nokta ise, hep elimden gelenin en iyisi ve yararlısını yapmak. Bu bir niyet değil. Niyetlerin zamanı çoktan geçti, eylem içinde olmak; yazarak, çizerek, öğreterek, yerinde olarak veya uzaktan kollayarak ve çeşitli şekillerde formlar alarak nitekim. Sokakta yürürken gülümsemek bile çok değerli birinin gözlerinin içine bakarak. Araçta iken başka bir araca bir bağlantılı yolda öncelik yolu vermek. Derinlikte yaşamın bir göstergesi bu. İyi ortaklıklarda buluşalım. Bunu her zaman yapabilme fırsatı karşımıza çıkar. Görmeye çalışalım. Uyumlu bir temele bağlayalım kendimizi; insanlığa.
Birey toplum içinde bazen durur, bazen yavaş, bazen de hızla ileriye doğru gider. Her defasında mutluluğa ve tüm kuvvetlerin dengesine davet edilir. Doğamızda bu var. Her çocuk bu hazır şeye doğar; görür, edinir, yaşamaya devam eder insanların arasına katılarak. Bir kapsüle kapatılamıyor (dijital sıkıntılar var yine de) insanlık. Sorunlu ve dengesizlikler başgösterdiğinde yine insani işlevlerinin peşinde (pandemide olduğu gibi) olmakta. İpin ucu kaçmış da diyebiliyoruz; nerede ne olduğunu biliyoruz ama, gerçekte bir şey yapmak için de farklı sebeplerdeyiz. Diyebiliriz ki, hayatın griliğinin her şeye galip geldiği anlayış bir şekilde sürekli canlı ve yaşamın içinde. Kendi kabulleniş ve direnişlerini içinde barındıran gri alanları anlamaya çalışıyorum durmadan. Merak edin, zahmet edin, gri alanlarda güçlenin.
Gündelik olan nedir, gündelik olanın seviyesi nedir?
Jan Patocka'ya kulak verelim: "İyimser bir felsefedir bu. Sıkıcı değildir. İçinde hiçbir radikal yarık yoktur. Normal olmayana, aşırı ve kapsamlı olana, yapıcı ve meraklı olana, olağanüstü ve riskli olana, hayatın doğasında yer alan ve onu tehlikeli yollara sevk eden her şeye karşı bir direniş barındırır. Bu tür bir felsefe (sorunsallıkta yaşamak felsefesi), olağan günün donuk ışığına tutunur ve 'gündüz' görünümünü rakibinin 'gece' deneyimine karşı konumlandırır. Buna göre, hayatın kendine özgü amaçları ve kuralları olduğu ve günlük olandan daha derine inmenin gerekli olmadığı ve hatta bunun mümkün olmadığı açık değil midir? Her şeyden önce 'kişi kendi bahçesini yeşertmelidir' ifadesinin gerekli olduğu açık değil midir? Sağduyu sahibi insanların neyin önemli ve kullanışlı olduğu konusunda anlaşması ve bunu, bu ehemmiyetsiz ve hayattan uzak ihtisaslarını, dünyanın delilerine ve hayalprestlerine bırakmaları oldukça kolaydır, öyle değil mi?"
Tamam, şimdiye bakalım, günlük olana. Ama hayat ciddi bir mesele ise uzun boylu bakmak lazım değil mi? Evet, Patocka da onu söylüyor. Masanın altındaki çıplak ayaklarımı her gün sivrisinekler ısırarak kanımı emmekteler. Yaz günü şortu çıkarıp pantalon giydim ve bacaklarımı bu ısırıklardan kurtardım. Daha önceki şortlu günlerin kırmızılaşmış kabartıları acı veriyor. Çorap da giymek istemiyorum. Ben sivrisinekleri dert edinirken, Almanya'daki sellerde ölü sayısı 200'e dayandı. Evde internet yok, müzik dinleyemiyorum, bu da çalışırken eksikliğim oluyor; zihnimi dinlendiremiyorum. Masadaki kahvem buz gibi oldu; böyle de içerim. Her şeye çözüm olmak, her şeyi bilmek imkansız değil mi? Herkesin gündelik seviyesi kendine.
"Hayat ciddi bir meseledir, ancak özünde basittir" der Jan Patocka ve devam eder: "Mantıklı bir şekilde yaşayalım, yani müzakere temelinde, tüm dış kuvvetlerin ve dış güçlerin temelinde yaşayalım, böyle böyle insanın ulaşabileceği en üst seviyeye ulaşacağız: Doğal acıların ve kayıpların insana izin verdiği ölçüde ulaşılabilecek uyum, denge ve mutluluk seviyesine... Sosyal süreç yoluyla çeşitli etkilerden kurtulmak mümkündür... Ayrıca insanların neden birbirlerini bu kadar az anladıklarını anlamak da zor, halbuki insan hayatının araçları ve amaçları oldukça açık görülüyor."
Aydınlanmacı düşünce nedir?
"Her insanda bu şekilde düşünme eğilimi vardır. Bu eğilim, özellikle güçlü akla uygun karakterlere sahip kişilerde ve eylemin teknik bir sorun olarak anlaşılmasının 'meraklılarında' kalıcı hale gelir. Ancak bu aynı zamanda tam da evrensel uyum, adalet ve mutluluk vaadi ile şiirsel ve ahlaki açıdan coşkulu karakterlere de kuvvet verir."
Sorularım var. Birincisi, insani gerçekliğimizi neden görmezden geliyoruz, neden karşılıkları bulup üzerinde anlaşamıyoruz? İkincisi, karşı çıkışlarımız ilişkileri düzeltecek yerde neden hep başa, başa döndürüyor bizleri? Bugün ülkelerin birbirine olan düşmanlıklarına bir bakar mısınız, savaşa dönmek de neyin nesi?
Jan Patocka da sorar: Nasıl olur da orada gelecekteki mutluluğa ilham veren düşünceler, trajediye yol açar ve ciddi anlamda yeni bir hayat yaratmak için isteyenler kendilerini gevşeklik ve ahlaki çürümede bulur?
Bu sorunun cevabını düşünedurun. Benim cevabım; kimse kabahatli olduğunu, kabahatini üstlenmiyor. Ne birey, ne yazar, ne düşünür ne de politikacı. Hatta din insanları da dahil. Hepsinin ortak noktası: Üstlenmemek! Ben iyimserliğimin yapısını korumaya çalışıyorum. İyimserliğime yeni kişi ve koşullar eklemeye gayret ediyorum her gergin tartışmada. Uzlaşma kapılarını açık tutmaya çalışırım. Elbette hepsi de bir akıl ve mantık dahilinde. Bir denge arayışı diyelim buna.
Kitabı okurken kurguladığım bazı soruları aşağıya alacağım.
1. Gelecekteki mutluluğa ilham verici düşünceleri yaratmak zorunda değil miyiz?
2. Ciddi anlamda trajedilere yol açan düşüncelerimiz bize altından kalkmak isteyip de kalkamadığımız uzun süreli sorunlar açarken, ne yapabileceğimizi bilememek nasıl bir saçmalık olur? Burada Güneşköy'ün aktif ve pasif üyelik bölünmesini düşünüyor; üzülüyorum.
3. Gevşeklik ne kazandırır, gevşek yaşam ile bir kenarda tertemiz kalacağımızı mı düşünüyoruz?
4. Komşumuzun, komşularımızın ahlaki çürümede olmaları ve öyle de yaşamaları bizi ve çocuklarımızı etkilemeyecektir diye mi hayal kuruyoruz?
5. Olguları öncesiyle ve sonrasıyla, tüm nedenleri ve motifleriyle ayrıntılı olarak teşhis edebilmek, şemalar çıkarabilmek, onları nasıl özümseyebileceğinin bilinmesi, sarsılan güvenin yeniden inşaası, umutların yeniden canlandırılabilmesi, yeni umutlara gidilebilmesi, güvencede olduğunu bilmek, korkudan gerektiği gibi arınmak, kaygıları azaltmak, gülebilmek, mutlu olmak... Akıl ve çaba gerektirmez mi? İnsan iyi yaşamayı hak etme çabasında olmalı değil mi?
6. Doğa anlayışı nasıl gelişecek?
7. Kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve evsizlere uygulanan şiddet nasıl çözülecek?
8. Tahripkar zihinlerin 'hep bana hep bana doyumsuzlukları' ne olacak? Hangi nedenlerle o insanlar öyle bir yaşamı seçmekte ve sürdürmekteler? Nasıl önlemler alınacak buna karşı?
9. İyimserliklerimizin yapısını koruyarak, orada sakin sakin oturarak, felaketten felakete geçen koşullar çevremizi sararken, eklemlenirken, hangi boyutta kalmayı yeğlediğimiz önemli değil midir en azından içinde bulunduğumuz topluluk veya daha küçük ölçekte ailemiz, kendimiz adına?
10. Acı veren derinliklerde yaşayanları göremediğimiz için, onların yanında olamadığımız için, yaşanan acıları aslında itiraf ettiklerinden kat kat fazla olan tacavüz, şiddet, işkence, despotluk yok mu diyeceğiz? Yapanlara saygı mı duyacağız? Meraklanmayacak mıyız n'oluyor diye? Yaptıkları yasalar ve eylemleri sürecek mi, yanlarına kar mı kalacak, elimiz yastığımızın altında silahla mı yaşayacağız? Fındık kadar aklımızla bir de kenara çekilip, orada susmanın yüceliğini mi öne çıkaracağız?
11. Gerçekler sert ve baskıcıdır; bundan mı korkuyoruz?
Yukarıdaki sorularımın cevaplarını her okuduğum kitapta arıyorum. Bulduklarımı çaprazlamaya çalışarak tekrar tekrar sorular üretme çabasındayım. Yenildiğimi hissettiğim nokta şu: İnsan sonlu bir varlık, ama insanlık -canlılık- değil. Toplumun sağlığı için mücadele ederken kendim ve toplum arasında akılcı bir denge kuramaz isem huzursuzluğum daha da artarsa ne olacak? Denge arayışı arzu olarak kalmamalı. Zihin ve yaşamım ile uyum içinde olmalı. Hayatatım üzerine bir hesap yapıldığında -sonlu yaşamların hesabı yapılabilir, kendiniz de deneyin- terazinin kefesine bakabilmeliyiz. Nitekim, yaşamımız nasıl biri olduğumuza bağlıdır.
Pico della Mirandola, insan onuru üzerine yaptığı ünlü konuşmasında, "Tanrı'nın, insana sevdiği yaşam biçimini seçme ve tasarlama özgürlüğünü verdiğini belirtmiştir. Bununla birlikte, insanın özgürlüğü, her şeyden önce, insanın göründüğünden daha fazla olması ihtimalini içerir. Sokrates ve Platon'un sonraki tüm felsefi tefekkürlerle aktardığı derin bir felsefi deneyim vardır. Bu 'Chorismos' tur: 'Bir şey olmak ve bir şeymiş gibi görünmek arasındaki fark'. Ancak bu bölünmüşlük, yani chorismos ortadadır, buradadır. Chorismos, neden öyle olduğu kanıtlanamaz olan belli başlı görüngelerde tezahür eder, fakat bu durum, fakat bizi onun ne olduğunu anlamaya biraz daha yakınlaştırır" der Jan Patocka.
Aklıma birden Nazım Hikmet Ran'ın "sen yanmasan, ben yanmasam, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?" dizesi geldi. Yazımı bırakıp resim yapmak istiyorum.
Meraklısı daha fazla zahmet edecekse, kişinin kendisini gözlemlemesi de gerekir: "Başka bir ipucu, kişinin kendisini gözlemlemesinden gelir. Hayat oyunu düz bir zeminde değil, çeşitli derinliklerde oynanır; her derinliğin diğer derinlik seviyeleri hakkında kendi kavrayışı vardır ve bu derinlikler kendilerinin ortalama yaşam sakinliğiyle olan ilişkisini bilir. Zihinsel gelişimimiz, mecazi söyleyecek olursak, sadece yaşam alanımızdaki nesnelerin bir değişimi değil, daha ziyade, kendi odamızdan bir yöne doğru belirsiz ufukların açıldığı bir odaya geçmektir."
Yukarıdaki alıntıya devamla, Patocka bir soru sorar:
Derinlikte yaşam felsefesi ne anlama geliyor?
"Bununla, sadece yaşamın yoğunluğunu kastetmiyorum. Dengeli bir yaşam tamamen coşkuyla dolu olabilir, mistizm gibi görünebilir de... Derinlik, insanın her zamanki keyifli yaşamının gündelik düzeyini, varoluşumuzun gerçek doruklarından ve gerçek tehlikelerinden önceki görüşü perdeleyen gerçek olmayan düzeyinin geride bırakıldığı yerdir. Burada insan sakin bir ifade ile, o kaçıp gitmeden önce, ürkek sonluluğuna yönelir.
Bu gerekli, gayretli, makul gündelik sonluluk ne ister, ne diler? Kendisinin garantisinden, yaşamanın makul ve pratik amaçlılığının garantisinden başka bir şey değildir bu. Kendim mutlu olamayacak olsam bile, hayatım, yaptığım işle, işi takip edenlere intikal edecek. Bütünüm ölmeyecek; büyük bir parçam mezarda kalacak.
Bireyin ve toplumun yaşamı, dayanabileceği bir tür sabit merkeze sahip olmak zorundadır. Kişinin bizi bir gün tamamen kucaklayacak olan hiçliğe aldırış etmemesi mümkündür. Dostlara ve hısımlara sahip olmak, binlerce kişinin yaşamının olduğu uçsuz bucaksız bir oyun oynamak ve tarihin düğmesini çevirmek mümkündür. Hepsinin arkasında yaşamın tüm eksikliklerini düzelten cömert bir gücüm olduğuna inanmak, bunu umut etmek mümkündür."
Olumsal amaçlar...
Olumsal amaçları olan olumsal kişi ölümsüzleşmelidir, tarihle olan rekabetinde galip gelmelidir, bu, aynı zamanda bu bakış açısına karşılık gelen bir 'tarih felsefesi' dir. Böyle bir kişi, zaferin kendisinin asla gerçek olmayacak tatminini çok önceden yaşar, böylelikle izdüşümününü kendisinden çok daha öteye vardırır. Bu kendini uzatma, kendinin izdüşümünü uzağa düşürme mantıksız görünüyor olabilir, fakat kişi için, kendini tarihinin efendisi olduğu izlenimini veren, bir şekilde düzenli ve asilce bir işi mümkün kılıyor. Bu kişi fikirler için savaşır, deneysel yaşamında bir tür ilahi drama yaşar. Burada insan, sonrasında daha derin bir ilahi seviyenin gelmekte olduğu bir yaşam düzeyindedir.
Dahası, vasat bir yaşam, denk gelme ihtimalimiz yüksek olan sarsıcı tecrübelerden, acıdan ve kayıptan uzak durmayı ister. Planlara ve başarılara göre düzenlenmiş bir pratik yaşamda, böyle şeyler eksiklik anlamına gelir. Vasat yaşam, olabildiğince pratik bir şekilde düzenlenmek ister, o yüzden böyle eksikliklerin çoğunu dışarıda bırakır, kendisini görünüşte tatmin eden şeylerin yaşamın gerçek doluluğu olduğundan asla şüphe etmez. Tüm iyimserliğine rağmen, hayatın eksiklikleri olarak kabul ettiği, onu beklediğini düşündüğü şeylerden kaçar; bunlar onun için bir yıkımdır. Hayat, kendi içsel zayıflığını bilir ve ilk tepkisi, böyle eksikliklerin sonuçlarından kaçmaktır.
Derinlik felsefesi bir cümle ile; yaşamın, her an, dünyanın tüm ağırlığını taşıması gerektiğinin bilincinde olması ve bunu görev olarak kabul etmesidir."
Kitabı okudukça başka başlıklar da ortaya çıkıyor. Bunlardan birisi de Filozof.
"Filozof, insanın geleceğini dönüştüren yapay cennetler aramak ve inşa etmek istemez, sıradan umutları uyandırmak istemez. Farklı bir yöntemle dünyayı kolaylaştırmaya çalışır. Filozof, derinlik içindeki yaşamın bir olgu olduğu görüşünden yola çıkar. Kendimizi çevremizdeki yaşamdan kurtardığımızda, Jaspers'in de dediği gibi, 'Varoluşumuzun sınırlarına gittiğimizde, yaşamı derinlikte deneyimleriz'. Modern varoluş felsefesine ilham veren bir düşünce olarak sınırlara ilerlemek doğru ve olumludur."
Permakültür'deki 'sınırlar en değerli bölgelerdir' sözü aklıma geldi. Jan Patocka devamında "Derinlik içinde yaşamak, kişinin hem kendini sınaması, deneyimlemesi hem de verili olana karşı çıkması, onunla yetinmemesi, karşı çıkmasıdır. Derinlik içinde insan, sıradan yaşamdakiler için soyut ve uzak sayılacak aşırı imkanlara kendini açarken, günlük yaşamda olduğu gibi kabul edilen imkanlara da karşı çıkar. Bununla birlikte, hedeflenen olağanüstü ve yabancı olana yerleşmek değildir, çünkü bunların peşinde koşmak gayet olağandır. Aslında insan, hayatını çevreleyen sınırların büyüleyici izlenimi altında derinliğe ulaşır. Eğer hakikati arıyorsa, bu sınırlarla yüzleşmelidir. Hakikati istiyorsak onu sığ yerlerde arayamayız, sıradanlığın, uyumun, sakinliğinin etkisi altında olmamıza izin veremeyiz. Toplumun günlük hayatı içinde yüzünü çevirdiği, huzursuz, uzlaşmaz, gizemli olanın kendimizde büyümesine izin vermeliz."
İnsanı belirleyen sınırlar da vardır. İnsanı 2 şekilde sınırlar: Fiziksel ve İradesel sınırlardır bunlar. Bu konunun alıntısını da alıp konuyu kapatacağım. Üzerinde daha fazla düşünülecek başlıklar çıktı, ben buna sevindim.
İlk paragraftaki terimlerin kitapta yeri var. Bütün özeti buraya geçemeyeceğim. Kitaptan şöyle bir cümleyi de buraya bırakıp ayrılacağım: "Deneyimlenen dünyanın birleşik yapısı, fiziksel ve zihinsel gerçekliklerin toplamından farklı bir şeydir. Ve bu yapı, hayatta bir şeyleri ne kadar çok ümit edersek, hayatı ne kadar net görürsek o kadar çok acı çekmemizin sebebidir.
Bu paragrafa göre her şeye son! Kırlara bayırlara... Ama birey, 'insanlarla sosyalleşmeli' denilir, bunu başaramazsa 'insan' olamaz. Bi yerde durun, ama sevgi ve saygı ile.
Yorumlar
Yorum Gönder